25 Aralık 2018 Salı

İhtiyar Gitarist

düşüncelerim uçarı
asılı kalıyor gecede
sesler büyüyor
sığmaz oluyor kabına
bir gölge saklanıyor
sisler arasında
ne söylesem nefesimi kesiyor
anbean yolumu gözlüyor
sus diyor, susmak tek çaren
ama durmuyor
durulmuyor akan nehirlerim

Ah!
aklım, yüreğim ve keşisen noktaları
insan bu oyunu nasıl oynamalı
bir izin alsam şu dünyadan
salıversem azgın iplerini
yaşamak yatağına doludizgin uzanacak
çıkarsam beynimi yıllık izne
düşünceler rayına oturacak
fakat yağmurlu havada şemsiyesiz kalmışçasına
kuşanır durur ölümlüğünü

yaşamaktan kaçtım boyuna
ne gördüysem uzattım ellerimi
soldu renkleri, karabeyaz
çekildi bedenimden
ve süzüldü damarlarımdan
kağıda dökülen ne varsa
ki bin taraçası Lorca'nın
zifiri karanlıkta yolumu tarif eder
bu tekinsiz kalabalıkta aldığım yol
ihtiyar gitaristi oluverir aniden

Resim: Pablo Picasso - The Old Guitarist(1903)

5 Kasım 2018 Pazartesi

Calla Lily'ye Mektuplar - 3




Sevgili Lily,

Aklım senin yörüngende gezinen ıssız bir gezegen sanki, ne yaparsam yapayım uzak kalamıyorum. Her anım seni anmakla geçiyor; her sözüm seni düşündüğümü anlatmak için kalıbını buluyor. İçimde hissettiğim ruhani huzur, dilimde hırpani öfkeye dönüşüyor. Çelişkiler içinde kendimden kaçarak yaşıyorum, korkular içinde, seninle geçirdiğim zamanları özlüyorum. Özlem büyüyor sığmıyor içime, kemiklerimi kıra parçalaya zorluyor sınırlarımı. Oysa kokunu bile alamadım, elini tutamadım, gözlerinin içine dalıp giderek hayaller kuramadım. Üç noktayı düşündüm sen yokken, bitmiş cümlelere yeniden başlamak için de kullanılırmış aslında ama önce başlaması gerekirmiş: oysa biz hiç başlamadık: bir hayaldi yaşadığım, ben başlattım yine ben bitirdim. Sen içinde bulunduğun şartları yorumladın, kendi yolunda rotanı çizdin; kendi yolunda yük olacağını gördüklerini attın, ki hayat yolunda yürümektir ve fazla yük enerji israfıdır.

Bu acıya nasıl dayanılır bilmiyorum, tüm bedenim ona çekilirken nasıl duracağım yerimde. Tek bir kelime edemeden, sesini duyamadan yaşamak, yaşamak mıdır? İçim sökülüyor, dökülüyor ortalığa ve sırf devam edebilmek için yeni baştan topluyorum. Gücüm yok, iştahım yok, umudum yok; tüm dünya renklerini yitirdi sanki, hayat sürgün yerine dönüverdi. Bedenim çürüyor, aklım tükeniyor yavaş yavaş. Gücüm neye yeter, ellerim nereye uzanır. Senin ellerini tutmadıkça neye yarar açan çiçekler, her şafakta doğsa da güneş. Sesinde hayat var, sesinde umut var, sesinde gözyaşlarımı bile mutlandıran bir tını var. Ne etsem, nasıl etsem de açsan ellerini; ne yapsam da gülüşünü yeniden duysam. Çürük diş gibi içi boşalıyor ve kendini bırakıyor; oysa kaynağına ulaşsa bir, yeniden doğmuşçasına ayağa kalkıverir.

Seninle uyandığım sabahın düşlerini kurdum, saçlarının kokusunu sezdim yastığımda: dağılmıştı her teli, tek tek topladım; yılmadım, kokladım. Bilir misin, rüyalarımda bile seni gördüm, gecelerimi gündüzlerime kattım da, yalnızca seni düşündüm. Düşlerimi de düşüncelerimi de sana verdim; sevgi bu mudur? Değil sanırım. Hastalıklı fikirlerle sarılmış bir zihin benimki, kontrolü mümkün olmayan nevrotik krizlerin ortasında çırpınan aciz bir benliğim. Seninle bir bir açmak istedim, açtım; seninle attığım adımlarla bir şeyler öğrenmeye istedim, öğrendim. Ama attığım adımlarla senden uzağa, açtığım kapılarla ise kendi gerçeklerime savruldum.

Özlemle,
Sadık hizmetkarın S. 

27 Eylül 2018 Perşembe

Arzular Üzerine

Şehvet ile şefkatin arasında sıkışmış sevgiler yaşarım boyuna. Hangi yanı seçmek gerekir bilmeden, söyleyecek söz bulamadan. Oysa retorik ve kitabi bilgi hususunda yetkinimdir, fakat pratikte karşılaşılan durumlar, yalnızca pratikte edinilen tecrübelerle kavranılabilir. 

Aşk, kitaplarda bolca anlatılan bir kavramdır, ama yaşandığında anlam kazanır ancak. Ve benim zihnim ne aşka ne de aşkın vücut bulmuş hali kadına hitap edecek yeterliğe sahip değildir. Bundan mütevellit aşka dair ne söylersem söyleyeyim, çocuksu bir düşten ötesi olamaz.

Aşık insan, tüm kadınların istediğinden ziyade, tek bir kadının istediğini düşünüyorsa duygularını belli eder. Mamafih acıya da katlanmak gerekir: çünkü hissettiğim müddetçe yaşar, düşlediğim müddetçe ayakta durabilirim; fakat ondan uzakta onunla yaşamaya devam ettiğim için, yaşam anlamını yitirir. Yaşamın anlamı, ona anlam atfedenin düşüncelerine bağlıdır çünkü.

Nasıl sevmeli ya da sevmeli mi? Eğer sevmekse gereken, sevilmeyi beklemeli mi? Sevilmek şart değilse, nedir aşk? Ya da gerekliyse, sevgisiz nasıl yaşanır? Sevgi, şehvet ve iltifat gibi hallerin karşılığı yoksa bu sevgi midir? Aşk ile sevginin farkı ya da benzerlikleri nelerdir? Sorular insanın zihninde durmadan çoğalan bakteriler gibi oysa girse yarin koynuna çözülecek. Basit görünen şikayetler, kompleks sorunları tetikler ve yanlış öğrenilen hayati konular, hayatı kabusa çevirir. İşte tüm deliliğin sebebi de budur: yani arzuların ötelenmesi.


Angel of Love - Leonid Afremov 

Geceye Not - 5

Bazı anlar vardır, durmadan hatırlanır. İnsan, ister ki yeniden yaşayabilsin; yeniden yaşayıp da hatalarını düzeltebilsin. Oysa ki o hataların neticesinde bu noktaya vardığı gerçeğini değiştirmez düşündükleri: lakin saplandığı çaresizlik hissi, bataklık misali içine çeker, zihni kararır. Acaba demeye başlar önce, keşkeler gelir ardından; kendini suçlamaya başladığı anda ise, hayattan izole olmaya başlar. Öldürdüğü kişinin, öldürdüğü zamanı yani kendisi olduğunu anlamaz; nitekim o an anlasa bile umurumda olmaz: çünkü kaybettiğinin değerini de, kaybedeceğini değerine oranını, kar-zarar hesabını doğru yapacak durumda değildir. Hayatta da, hayattan da kaybeden olduğunu fark ettiğinde ise önüne bir yol ayrımı çıkar: ya zor olanı yapıp yoluna devam edecektir, ya da geçmişi yük edip dibe çökecektir. Hayatın özeti de bu kırılma noktalarında verilen kararlardan ibarettir işte; yılların hesabını bir an verir ve belki de bir ömür faturasını ödersin.  

25 Eylül 2018 Salı

Geceye Not - 4

Ağlamak, çaresizliğin maksud bir ifadesi mi, sadece çaresiz olanlar mı ağlar? Yoksa ağlamak halen yaşamla dolu yüreğin kirlenmemek için gösterdiği yersiz çabalar mı? Kirlenmiş sözlerin söylendiği, şarkıların umutsuzluğu paylaşmaktan çok duyguları sömürdüğü dünyanın çarkları içinde paramparça olmuşluğumun izahı safdil olmam mı? Oysa ben ölümü gördüm, kucağında nilüferlerle açtı kapıyı, bir çınarın gölgesinde üfledi ruhumu. Köklerimden koptuğum o gün, ufukları ve zamanı dile getirdi.

Bir sandal oyuldu bedenimden, gürül gürül akan bir nehrin dalgalarında yalçın tepelere kulaç atarak büyüdüm, çürüdüm. Sevdayı, sevginin en ihtiraslısını, ihanetin en çetrefillisini tanıdım. Bir tutam yaşamak çaldım, ölümden başka hakikat olmadığına inandım. Bedenim yıpranmış eski bir kitaptı, kapakları yırtık, sayfaları yorgun ve eksik, eksiksiz düşler ve renkleri yazdım, okunmadım.

Yitirilmiş sevinçlerin, geç kalınmış yaşamları izlediği hayatlar, yaprak gibi düştükleri toprağın hükmüne boyun eğerler, toprak ki asırlardır aldığından fazlasını verir insana, tüm doğaya. Toprağa adak edilen bedenler, bahar olup gelişini muştalarlar tüm cihana. Ve bulutlar, güneşin perdesidir. Bulutlar, göğün mahzun çocuklarıdır. Gökkubbe engin deniz, sahilde toplanan çakıl ve kum gibi, tüm dünyayı gezdirir onlara. Kuşların evi, şairin vuslata varış yeri.

Çok yoruldum tanrım, tufanlardan, depremlerden, yangınlardan kaçtım da, kendime, kendi yıkımına yenildim. İnsanın, imanın, itikadın, ihtisasın, itibarın, ilmin ve isyanın riyasına saplanıp kaldım. Kurtar beni, tut elimden, azad et bu ucuz sirk oyunlarından. Sahnede bir maymun muzu yeme derdinde. Diğerleri kuzu kuzu sıranın kendilerine gelmesini ummakta. Parçalanmış ruhumla arınma dilerim, ellerimde yaşamdan kaçan bir korkağın kanları, ölümümü beklerim. Tut yüreğimden, tut ki açılsın önümde kapıları, düşlediğim cennetin.

24 Eylül 2018 Pazartesi

Geceye Not - 3


Aşk öylesine tesirlidir ki, insan yok olacağını bile bile varlığın tiryakisi olur. Kuşların kanatlarını inceler, göğün mavisine, suyun yeşiline ve şehvetin ateşine tutulur. Öyle kontrolsüz, öyle denetimsiz; çukurun dibinde yıldızlı düşler kurar, fısıltıları inlemelerine karışan bir delilik halidir. 
Oysa ne demiş Shakespeare; "Seveceksen ölçülü sev ki sevgin uzun sürsün; çok hızlı giden de çok yavaş giden gibi geç varır hedefe." Yoğun duygular zamanı unutturur ama zaman da yaşanılanı çürütür. Duyguların tahribi çürüyen evin duvarları gibi rutubet kokuları içinde yaşadığın hissini verir. İşte korku budur; aşkı doludizgin yaşamadıktan sonra aşkın anlamı nedir, fakat uçuruma gittiğini bile bile devam etmek de aptallık değil midir? Düş kurulur önce, sonra düşer ve düşüncelere teslim olur.

21 Eylül 2018 Cuma

Calla Lily'ye Mektuplar - 2

Merhaba,

Hayatımın kırılma yerindeyim. Sana seni sevdiğimi söylüyor hatta haykırmak istiyorum. Ama düşen bir kale gibi tarihe karışmaktan korkuyorum. İçimde hissettiğim bu yoğun duygunun tarifi, şairane bir münacaat olacak galiba. Affına sığınırım.

Gözlerine baktığımda gördüğüme, yüreğim bile inanmıyorken aklımın bunu anlama çabası abesle iştigal değil mi? Ama izahı olmayan şeylerin mizahı mı olur ya da insan bunları damıtıp, kağıda kurgu aracılığıyla aktarmayı mı doğru bulur? Doğru ile yanlışın birbirine girdiği yerdeyim, affına sığınıyorum.

Ölümü de yaşamı da gördüm, sana  bakmak ikisini de aynı anda hissetmek gibi. Nefesimin kesildiğini ama böyle yaşamaya muhtaç olduğumu bilmek, arınmak için kelimelerle yüzleşmeyi gerektiriyor. Cesaretim, kararlılığım ve tüm varlığım, sonucu belirsiz bir yola teşvik ediyor beni.

Yorulmak ile tükenmek arasında ince bir çizgi vardır. Dinlenerek ve dinleyerek üstünden gelinemeyecek bir iltihap bu damarlarımdaki. Ellerinde açar çiçekler ve coşkun bir bahar yeli gibi ısıtır yüreğimi. Ben zelzeleler ortasında yıkık dökük bir gemiyi beklerim, limanlarımda yosun tutmuş şarkılar duyulur. Senin hayalin, vuslatın sesi değil hasretin türküsü müdür?

Yalnızlığın bayraktarlığını yapıyor, yalnızlığın dinini yayıyorum. Durmadan tövbe ediyor, günahın cazibesine karşı koyamıyorum. Sevmek insanın kendine ihaneti, kendine sapladığı zehirli hançeridir. Şimdi açsam kollarımı, tutsam göğü önüne sersem, adım attığın yerlerde güller açar, yolun yıldızlara varır. Ufuk çizgisi bakışlarında başlar, kalbimin atışlarında biter. Konuşsam ve döksem içimdeki saklı olanı, kan olur yağar bulutlar.

Tut ellerimden, aşalım yıldızları. Tut ellerimden, silelim göğün bedeninden ihanetin izlerini. Bak gözlerime, orada sen varsın. Dinle evrenin şarkısını, sözleri seni anlatır. Güneşin yüzeyine değmişçesine kor ateşler yanan, uzayın dipsiz çukurlarında kaybolan aciz sevdamı huzuruna kabul et.

Affına sığınırım.


20 Eylül 2018 Perşembe

Yakıcı Acı

Hiçbir şey acı kadar yakıcı değildir diyordum fakat acının da kendine has türleri varmış. Bazı acılar silinir gider, bazıları izini bırakırmış; izi kalanların bazıları uzak bir geçmişten hatıraymış, geri kalanı ise her unutulduğunda kendini hatırlatırmış: öyle ki, ne geçmişte kalır ne de şimdiye ait olurmuş. Zamanı aşan bu izlerin sebebi bir insan mıdır yoksa o kişi yalnızca vesile midir, bilinmez. Mamafih hissettirdikleri gayet aşikar, teste tabi tutulabilirmiş. Dayanıklılığa bağlı, iradeye ve odaklanmaya dayalı. Dayak yemeden dayak atmayı öğrenemezmiş, düşmeden kalkmayı başaramaz, savrulmadan tutunamazmış; nereye giderse gitsin yakarmış o yara, ki her anımsadığında kendini hazırda tutmayı öğrensin. Çünkü ne kadar sert vurulursa vurulsun, yumruğun nereden geldiği her daim en belirleyici etkenmiş; çünkü pek bilmese de, tek bir sözle ya da tek bir bakışla yok olabilirmiş insan.


Geceye Not - 2

Sesin kapılar aralar, soğuk gecelerin kasvetli dokunuşlarıyla tenimi karanlığa boyar. Ruhum dizginlenmeyen bir kısrak edasıyla dört nala zamanı aşar, soluk sözler dökülür dudaklarımdan; yitirilmiş öpüşlerin bedelidir tüm acılar. 

Oysa her gece şehvetin izlerini taşıyan dört duvardır, günahını omuzlarımıza yükleyen ve ışığımızı çalan. Günahlar karanlıkta yaşanır ama aydınlıkta gösterir kendini, siluetler sessizlikte büyür fakat sesleriyle belli ederler kendilerini. Dokunuşlar yanıltabilir, koku aklı bulandırır ve gülüşler satır aralarında verilmek istenen mesajı, yüreğin dolambaçlı yollarından geçirerek iletir.

Öylesine sarmıştır ki, sonsuza dek uzanacak hazlara haris olduğunu sanmaktadır. Sanrılar böyledir, geçiciğiyle kalıcı izler bırakır. Pencereden geceyi izler, yıldızları sayar ve bir daha ağlar kendine. Ağlayabilirken ağlar, yitirmeden gözyaşlarıyla tükenip giden sahici hisleri. Sokağın sükunetine dalar, boyar bakışlarını, kollar zamanın yıkıcı hünerini.

Sana bakan geçmişini görür, seninle bakan geleceği. Bak, gör ve duy beni; zincirlerinden boşanan habis nefreti. Hazlar nefrete açılır, sevgi ise vicdanın örtüsüdür. Sevgi fedakardır çünkü, şehvet ise alacaklıdır her an. Bulutlar kadife örtüler gibi sarar, aldatılmışlara ağlar. Yağmurla arınır hatıralar, yağmuru hissedenler ay ışığına tutunurlar. Şafak gelir ardından, kapı kapanır ve hazzın doruğunda beliren günahlar mühürlenir. Kadınlar, erkekler; sokaklar vedalara uyanır. 

Resim: The Fisherman and the Siren -  Sandro Botticelli

19 Eylül 2018 Çarşamba

Geceye Not - 1

Anılar nehir misali içimden akıp geçiyor ve ben dibinden kum çalarak, unutmaya çalışıyorum. Ne söylesem pas döküyor, dilimin ucunda küfre dönüyor. Nereye gitsem gideyim, hamal misali yük ettiğim anılar ardım sıra geliyor. Vücudumu bir yele teslim etsem geçerdi belki acılar, ırak yerlerin sürgününde tozlu albümlerde kalırdı belki hissettiklerim. İsimler, şarkılar ve göğüs kafesimde ağır aksak yükselip içimi yakan o derin sızı. Bir kadını sevdim, o beni görmedi;  şiirler söyledim, işitmedi. Duyumsadığım her şeyde ondan izler buldum; iman ettim, kelimelerimi kurban ettim. Kanlı kırbaçlar indirdim, ki anlamın müphem eziyeti dinsin. Yağmurlar yağdı sokağına, güneşler yaktı ve insanlar bihaber açtı kapılarını sabaha. Geceden kalma yangınlar yandı, ıhlamur ağacı altında hoş kokulu ölüler uyandı, eksik kalan kim varsa siyaha boyandı ama umut dediğin bizlere uğramadı. 


Resim: Evgeny Lushpin - Magic Evening(2010)

5 Mayıs 2018 Cumartesi

Calla Lily'ye Mektuplar - 1

Merhaba,

Saplanıp kaldığım bu korku batağında tutunacak kelimelerim olsun isterdim. İnsanı hayatta tutacak yegane şeyin bu olduğunu bilirdim çünkü. Yaratmanın amacı budur, kendinden verip kendine çıkış yolu ararsın. Kimisi ebeveyn olur kimisi sanatçı lakin beklentiler hep aynıdır, tutunmak ve hatırlanmak.

Bu hayatta yerimi bilemedim hiçbir zaman, yaratmaya öylesine heves ettim ki kendimi ıskaladım. İçi boş bir teneke misali, kakafonik sesler çıkarıp durdum. Kocaman sözler söyledi bağıra bağıra oysa sesini değil sözünü yükseltmeliymiş insan, çok geç anladım. Gök gürültüleri değil, yağmurlarmış canlandıran toprağı. Benim toprağım ise deşildikçe iltihaplı sözler akıtır mısralara, zehirler durur çocuk düşlerimi. 

Fırtınada savrulan yaprak, nihayetinde düştüğünde aynı yaprak olabilir mi? Hırpalanan düşlerinin yerini korkunun keskin yakıcılığı almaz mı? Soğuk keskindir, yakar, kavurur, insafsızca uyuşturur ve mutluluğa kapı aralar. Mutluluk ölümün geldiği an zihnin oynadığı bir oyun mudur? Acı, yaşamın varlığına dair ölçüt olabilir mi? Acıyı söküp alsam içimden, yaşamaya dair tek bir cümle kalır mı dimağımda? 

Bana kusmak nimeti sunuldu, kustukça birikti içimde tiksindiğim insanlar, yaşamlar. Pencereler açtım, yağmurlarım ıslattı o eski çorak kıyıları. Şarkılar çaldı, ölülerini uğurladı sessizliğin meskeni sokaklarım. Bilmezdim en parlak ışığın, karanlığı boğarak yaşadığını. Bilmezdim sözlerin, düşüncelerin adi bir taklidinden ibaret olduğunu. Öğrendiğim her an kustum, yaşadığım her an kan revan içinde çırpınıp durdum. 

Ah dostum, sevgilim, canım, ah ki ne ah. Yaşamaktan bir 'ah'tan ibaret...


Görsel: Saint Jerome - Michelangelo Merisi da Caravaggio (1606)


16 Nisan 2018 Pazartesi

Varlık var mıdır?

Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir der Goethe ünlü Faust'unda. Çektiğim acıları anlamlandıran işte bu sözler oluyor, gerisi lafügüzaf. Defaatle aynı batağa saplanıyor, kitaplara sığınıp, yok oluşu bekliyorum. Hayatım varoluş ve yokoluş üzerinde dengeyi bulmak çabasıyla tükeniyor. Hayvandan üst insana uzanan bir köprüyse insan, çürüyen demirlerden biri ben miyim? Sorulardan kurtulsam, belki de cevaplara kavuşacağım. Ya da cevap aramayı bıraksam, verdiğim cevapların kifayetsizliğine ikna olacağım.


Makus kader bana ben olamadığım bir deri giydirdi. Ve tanrı kadını yarattı, oyunun kuralını bozdu. Herkesin sahneye çıktığı dünyada rolleri bir türlü doğru taksim edemedi. Zamanın gözenekleri arasından usulca akan hayata, iltihaplı bir 'ben' zerk etti. Kanserli hücre gibi büyüdüğüm evrende, yıldız sandıklarım karanlığına yuttu, tüketti enerjimi.


Uzun geceler, uzun düşünceler demektir. Kimisi sevişir, başka bedenlerde arar; kimisi dumanın seyrelen buğusunda karanlığa dalar. Neticede hepimiz günahın ve ayıbın sorgusu içindeyiz. Yaptıklarımız, düşündüklerimizi kara tahtaya yazar, sonra döner ve yeniden mücrim oluverir. Bencil olmak, bilinçsiz olmaktan fena mıdır? Bilinçsiz iyilik, bilinçli kötülüğe yeğ midir? Her gün ölüme daha da yaklaştığım ve yüreğimi karanlığa kaptırdığım ömrüm, kötülüğün bile mükemmele ulaşma yolunda ilerliyorsa, sevildiğini gösterdi.


Sevmek yani, sevgi hiçbir şeyi çözmeyecek. Çünkü bizi sevecek yerlerimizden kırdılar. Oradan devam edip, tüm bedenimizi çürüttüler. Kokuşmuş fikirler yerleştirip, asalaklaştırdılar. Sevin, sevişin, eğlenin ama yaşamayı düşünmeyin. Çünkü düşünmek, düşmektir. Ve bir kere hakikatin içine düşerse insan, kalktığında Gregor Samsa'nın yalnız olmadığını öğrenir.


6 Nisan 2018 Cuma

Önemli Duyuru!


Sevgili dostum Hilal Seven'in kişisel resim sergisinin haberini aldım ve sizlere duyurmak istedim. Bu pazar(08/04)  Kadıköy - KargaArt'da saat 19-23 arası olacak. Çarşamba gününe kadar da ziyarete açık olacak. Katılmak isteyenler, yeni dalga ekibiyle de sohbet etme imkanına ulaşabilir. 

Ayrıntılı bilgi için ;
https://www.facebook.com/events/2029897740667243/?ti=icl

Sevgiler :) 


29 Mart 2018 Perşembe

İnsan ve Varoluş Üzerine

Görsel: Ecce Homo by Mihaly Munkacsy (1895-96)

Aidiyet hissi, yalnızlık korkusu ve çıkarlar, bahar çiçeklerine kırağı düşürüyor. Çünkü değişim ile savrulan fikirler, çaresizce gerçekliğin soğuk dokunuşuyla yüzleşiyor.

Çünkü hayal kurmak, kumar oynamaktır. Gerçeklik ile imaj dünyası arasında mahir edayla gezinmek lazımdır. Buna muktedir olamayan zihinlerse, Phaeton gibi ölüme at koşturmaktadır.

İyilik ile kötülük arasındaki mutlak savaşın tarafsızıdır insan. Dostoyevski'nin de dediği gibi, 'İnsan yüreği, Tanrı ile Şeytan arasındaki savaşın meydanıdır.' İnsan kirlenmiştir, temizlenmek için ise daha fazla kirlenmeyi göze almaktadır. Çünkü kaybolmuştur ve yolunu bulması için, yol göstericiye ihtiyaç duymaktadır.

Doğru ile yalan arasında sıkışmıştır aynı zamanda ve kirlendiği ölçüde yalana tamah etmiştir. Çünkü yalan vaat ile doğru gerçeklerle gelir. Kırağı ile donmaktan korkan insan, yalan ile yanmaya, işte böyle böyle razı gelir. Nihai dengeyi bulmak için yaşayan insan böylece, dengenin kendi ağırlığı oranında bozulduğunu anlayınca kurt uluşu yok oluşta bulur.

Halbuki varlığın temelinde durağan bir yapının aksine, sürekli bir geçişim vardır ve bu süreç müşterek yaşayışları ortaya çıkarmaktadır. Düşünmek insanın en büyük silahıdır ve yaşamla bütünleştikçe, bu silahı daha yetkin şekilde kullanır. Hayatın içinde aktif ve etkili olması içinse, Katharsis'e ihtiyacı vardır.

Katharsis kavramını ortaya Aristoteles atmıştır. Kelime anlamı, "Arınma, arıtma"dır. İnsanların tragedyalar aracılığıyla acıma ve korku hislerinden arınmalarının, pasiflikten aktifliğe geçmelerini sağlayacaktır.

Nietzsche ise, eski dost-yeni düşmanı ünlü besteci Wagner'den etkilenerek kaleme aldığı Tragedya'nın Doğuşu(1886) adlı eserinde, Dionysos ile Apollon arasında olan insana, 'Trajik İnsan' demiştir. Bu insan tipi özgürlüğü ve eğlenceyi de (Dionysos), disiplin ve düzeni de (Apollon) dengeli olarak bünyesinde barındırır. Mutlu olmak için kaderini kabullendiğini de belirtir ve buna 'Amor Fati' adını verir. Yani 'Trajik İnsan' yaşam denen oyunun farkında olarak, kendi sınırları  içerisinde kurgular sunar. Çünkü, çılgındır(demens) ve yaşam Bengi Dönüş içerisinde kendini daima tekrar etmektedir. Nietzsche'ye göre bu oyuna iştirak eden insan nihayetinde iki yoldan birini seçmektedir, ya plastik sanatlara(heykel,resim v.) ya da evrensel biçimsiz bir tını olan müziğe yönelir.  

Varoluşçu felsefeciler de bu düşünceden hareketle yola çıkmışlardır. Nietzsche bir Ara Nesil öngörmüş ve bu neslin büyük krizler içerisinde amaçsızca sürükleneceğini iddaa etmiştir. İkinci Dünya Savaşının büyük vahşetinin ardından harabeye dönen Paris'te ki birkaç entelektüel beyin de işte bu tarife uygun durumdadır.

Hayatın bir amacı olmadığını ve aslında kendini tekrar ettiği fikrini ortaya atarlar. Çünkü varoluş, özden önce gelir. İnsan ve hatta doğa var olur ve sonrasında bilinç ona bir isim vererek şekillendirir. Katharsis'in temelinde de bu kalıbı aşıp, doğanın varoluşuna ulaşmak isteği vardır.

Kant'a göre bu imkansız olsa da, Varoluşçu düşünürler bu fikri irdelemişlerdir. Nietzsche'nin Katharsis kavramını ele alışı da aslında Kant'ın salt akıl temelli düşünce sistemine karşıttır. Bundan ötürü Nietzsche, felsefeye duyguları ve arzuları yani tüm varlığıyla insanı katmıştır. Varoluşçu felsefeciler de bunu devam ettirmiştir.

Jean Paul Sartre ve Albert Camus, özgürlük ve mutluluk konularında önemli başka fikirleri de ortaya koymuşlardır. Sartre, insanın özgürlüğü mahkum olduğuna çünkü birey olarak bunu üstlenmekle yükümlü olduğunu ileri sürmüştür. Lakin özgürlüğü için bedel ödemesi gerektiğini, tüm sorumlulukları alması gerektiğini de ekler. Çünkü insan ancak, özgür olmayı hak ederse özgür olabilir.

Camus ise, hayatın kendisinden anlamı olmadığını, anlam atfedenin özne olduğunu böylece özünün ortaya çıktığını söyler. Sartre ile koşut olan fikirleri temelinde, bireyin tanrı olmadan da ahlaklı ve mutlu bir şekilde yaşabileceği fikrine dayanmaktadır. Çünkü Tanrı Öldü, onu tüm insanlık öldürdü. Çünkü Tanrı'ya ihtiyacı yoktu artık ve bu boşluğu Nietzsche'nin öngördüğü gibi güzel sanatlar ile doldurdu. Kısacası tanrının yerini, sanat aldı.


Bugünün insanları yani biz, varlığın ve yokluğun incelenmesinde belki de Ara Nesil kavramına net bir şekilde uymaktayız. Ne savaşın ne de sosyal hareketlerin rüzgarı esmiyor artık fakat amaçsız ve apolitize olmuş haldeyiz ve biriken yaşam enerjimizi atamadıkça öfkeli, saldırgan ve en nihayetinde tatminsiz hale gelmekteyiz. Çünkü mut(suz) bir nesiliz ve arzularımızın tatminine erişemedikçe, kendi benliğimize yönelik kaygılara kapılırız. Eric Berne'ün 'Games People Play' yani 'Hayat Denen Oyun' adlı kitabında ve Varoluşçu yazarların da eserlerinde değindiği gibi oyunu anlamalı ve hayatın içinde oyunlarla yaşamalıyız. Oğuz Atay'ın karakterlerini çağrıştıran mizah ve ironiyle hayatın acı gerçeklerinden bile zevk alacak noktalar çıkarabiliriz. Ya Nietzsche'nin Trajik İnsanı olacağız ya da gerçeğin karanlık yüzüne dönüp bakacağız. En nihayetinde oyunlar makbuldür çünkü insan oyunu ve yalanı sever, gerçekse her zaman beraberinde acıyı da getirir.

Ve Rousseau insanı şöyle anımsatır;
Ey yüce gönüllü yalan! Gerçek hiç sana tercih edilecek kadar güzel olmuş mudur?

Ecce Homo!


3 Mart 2018 Cumartesi

Yeni Seri Duyurusu



Herkese merhabalar :)

Öncelikle bloğumu takip edip, beni yalnız bırakmayan herkese teşekkür ederim, iyi ki varsınız.

Bugünlerde aktif olarak romanımı tefrika ediyor ve yarım kalan hikayelerime devam ediyorum ama aklımda yarım kalan başka bir projem daha var. 

Biliyorsunuz, bir dönem biyografi yazmak istemiş ve buna başlamıştım ama bilgisayarım arızalanınca, şevkim kırılmıştı. Şimdi ise yeniden başlamak istiyorum ama aklımda herhangi bir isim yok, bu sebepten ötürü anket oluşturacağım. Listede dört adet isim olacak ve iki kadın iki adet de erkek ekleyeceğim. Şimdilik sadece yazar olacak ama başka bir sefer şairler de olacak.

Lütfen katılmayı ve oy kullanmayı unutmayın. Hepinize kucak dolusu sevgiler :)


26 Şubat 2018 Pazartesi

Vicdan Muhakemesi - Bölüm 1


Cafe Terrace at Night - Vincent Van Gogh(1888)

                                   
"Yalnızlık iptilasına müptela olanlar,
hayal kırıklarından hayatlar inşa ederler."

Doğan her gün, geceye saplanan bir bıçak gibi deşiyordu ufku boydan boya. Sanki zamanın kıyısında, yolunu kaybetmiş birer gezgin beni arıyordu. Geceye yol alırken bir gece sonbaharın kasvetli havasından olsa gerek, bu sözler geçti ansızın aklımın izbe köşelerinden. Her gün yayınevine giderken yaptığım yolculuklarda kalçamı dümdüz eden rahatsız koltukta zor da olsa hayatı gözlemleme imkânına sahip olurdum. Çünkü bu seyahatler hayata dair bir nevi panorama görevi üstlenirdi. Buna mukabil hayatı izlerken de her detayı yakalayabilir insan. İç sesimle münakaşalarıma karşılık yaşama dair izlenimler edinmek, farklı yaşamlara açılan pencereler keşfetmemi sağlardı. Sonbaharın dehşetengiz güzelliğine dalıp gider, gri renge çalan gökyüzü ile kahverengi zeminin ritüelini izlerdim. Yağmur damlalarının ağır aksak ilerleyen otobüsün camlarında ortaya çıkardığı tınıyla, kaldırım taşlarının kahverengine dönüşen örtüsünü seyretmenin hazzı gibi. Çekici ve kışkırtıcı bir mevsimdir Sonbahar. İşlemeli giysisi, zarif bedeninde şuh bir edayla sergiler görkemini. İnsanın bu raksın karşısında tükenen her an’ı, anı hazinesindeki yerini itinayla alırdı.


Karşımda oturan kadının güzelliği, saçlarını düzeltirken daha da aşikar ediyordu kendini. Uzun kumral saçlarına eşlik edercesine, çevresinde oluşan hayran bakışları sezebiliyordum. Oluşan bu mizansenin, karakterler dahilinde oluştuğunu anlamak zor değildi. Kadın, erkekler ve ben. Kadınların bilmezlikten geldiği bir oyun hatta hayata dair ince hesaplarından biriydi bu. Onca insanın arasında, herkesten bir parça ilgi çalar ve bunu farkederek kendini tatmin ederlerdi. Ama bilinenin aksine görünenin ardında saklı kalanlardır asıl, görüneni ilgi çekici kılan. Bilinmeyenin kışkırtıcı bir çekiciliği vardır, insanın merak duygusu öyle pis nefislidir ki, merak kendini besler ve kanserli hücre gibi kuşatır aklı.


Yapılan her yolculuk insanın kendi iç dünyasına da dönüşü olurdu anlaşıldığı üzere. Mesela ilk aşık olduğumda, merak ile korkunun kuşatmasında kalmıştım. Kadınların çoklu bilinmeyen, benim ise başarısız bir öğrenci olduğum gerçeği, her daim kendimi kısıtlamama sebep olmuştu. Don Juan[1] ile Quasimodo[2] arasında gelgitler yaşamam da bundan mıdır?

Oysa sonbaharın her köşesinde ayrı bir his biriktiriyor insan. Bir şarkı tutturuyor ve parçaları alıp, yeniden hatırlıyor. Kimileri"Kendinden kopan insanların, kaybedecek şeyleri yoktur." derler. Halbuki yalnız insanların, kendi içerlerinde saklı mabetleri vardır. Dört başı mahmur demokrasiler ilan ettikleri. Ki bu mütemadi kakofoninin dahi içinden, senfonik ezgiler doğar durur, yalnızlık şehrinin notalarında gezinen aklım.


“içimde solgun bir acele,
yalnızlıkla sınanıyorsun buralarda
sınandıkça büyüyor
büyüdükçe
kopuyorsun hayattan.”


Kendi iç ülkesinin huzurlu çimenlerine uzanıp şarkılar söyleyen her bedevi ruh gökyüzünü seyre dalıyor. Mavinin binlerce tonuna koynunu açıyor. Bulutları kahvesine krema niyetine karıştırıp, evreni seyre dalıyor. Bir vuslat anı gibi, sayılı zamanın en mukaddes dilimi.


Kendinden öncesinin ve hatta kendinden öndekinin taklididir hayat. Maddenin tekerrür edişi ya da maddeye insanın bahşettiği anlam budur. Yüzlerce insan arasında, yüzlerce yaşam hikayesi çıkar ama yüzlerce farklı yorum çıkmaz olur. Veba[3] salgını gibi yayılır, durdurulamaz cehalet. Belki de madde değişiyor ama ben sabit kalıyorum. Bedenim akışı yorumluyor ve beni senaryosu muamma bir oyuna hazırlıyor. Benliğimi ve yaşantımı kostüm olarak giyip sahne alıyorum. Oyunlarla yaşıyorum ve perdeler ardında mütemadiyen ölmeye devam ediyorum.


Yaklaşık bir saatlik yolculuğun sonunda Kemal durağına varınca aheste adımlarla önünde sıralanan kalabalığı aşarak, zorla da olsa kendini dışarı atmayı başardı. Otobüs hemen ardından o bilindik sesiyle kalkıp yoluna devam etti. Akşam olmuştu ve çevreyi gecenin ürpertici sessizliği kaplamıştı. Sokak lambaları sokağın bir yanını aydınlatmış, diğer yanına ilgi uyandırıcı bir giz katmıştı. Az evvel yağan yağmur ise kaldırım kenarına özensizce ekilen ağaçların diplerinde bulunan toprak parçasının kokusunu tüm sokağa yaymıştı. Beton mezarlığının ortasında bu koku sanki insanlığın asırlardır aradığı bir düşten izler taşıyordu. Bu kokunun esaretinde eve doğru yol aldı. Dik bir yokuştu tırmandığı ve Asaf şiirleri gibi, hep kendini bildiği yere varırdı. Ahşap binalar ve eski İstanbul’un o yoğun dokusu. Eskiden burada beyler, paşalar ikamet edermiş. Asırlarca nice padişah, sadrazam buralarda erk kavgası yürütmüş. Lakin şimdi o asaletten, geriye köhneliğinin haricinde pek bir şey kalmamıştı.


Sokakların dokusuna ilmik ilmik işlenen kaderin, insanlara da bulaştığını söylerler. ‘Coğrafya kaderdir’ der mesela İbn-i Haldun, şu karşımda eriyen konakların önünden her geçtiğimde kaderime mi söveyim? Beni ben yapan, benim irademde olmayan bunca şeyken, beni ben olduğum için yargılamak, ne kadar akla yatkın? Ya da Arnavut taşlarıyla döşenmiş ara sokakların, Fransız icadı asfalt caddelere uzanması, milli şuura haiz midir?  Su oluklarının içinden tarih aktığı bu sokaklarda, yıpranmışlığın aslında yaşanmışlık sayılması belki de romantizmden ibarettir, kim bilir? Tarihe hayran olmak ile nekrofili arasında geçişler yaşayan pamuk kalpli insanların işi, ölülerin kemikleri sızlatıp, kulaklarını çınlatmaktan ibaret değil miydi?


Fakat Kemal, yine de kültürüne ve geçmişine bağlı olmayı tercih ederdi. Örneğin; sokağında bakkal dükkânı vardı halen uğradığı, çocukluğu bu dükkânın duvarlarını ezber etmekle geçmiştir. Çıraklık yaptığı yıllardan da aşinalığı vardır, insanına ve dokusuna. İhsan Dayıdır bakkalın sahibi, mahallenin hayatına ve bakkalcılık kariyerine on puan verilmeli diye düşünürdü muzırca. Çünkü bu rutubetli dükkân aynı zamanda mahallenin haber alma teşkilatının da merkez üssüydü. Kuralcıydı ve jeopolitik esaslara göre etkinliğini yürütmekteydi daima. BM(Birleşmiş Milletler) görse, kesinlikle mahalleye gıybet elçisi olarak atardı.
Dükkâna girmeden ceketini ve kravatını düzeltti. Pantolonunda ki çamur izlerini de o an fark etti. İrkildi ve adeta yerinden sıçradı. Kedi gibi kabarmış tüyleri de olsa tamamdı fotoğraf. Dışarıdan ona bakan, aşırı tepki verdiğini düşünürdü sanırım. Oysa ki bu tavır, iptidai bir alışkanlıktan ötesi değildi.   Alelacele sildi pantolonunu ve ayakkabısının çamurunu da paspas ile temizleyerek içeri girdi.


Yoğurt ve ekmek almak amacıyla dolaplara seri adımlarla yöneldi ama aklı her zaman ki gibi bambaşka fikirlere mekkâreydi. Küçük Esnaf, büyük dertler. Klasik Mahalle Bakkalının Markete geçiş sürecini yaşayan bir yerdi burası. Ya Market olursun ya da hiç! Sloganıyla başlayan değişim sürecinin izlerini görmek mümkündü dört bir yanda. Market olmanın getirdiği refah ve huzur ile doğru orantılı olarak ürün sayısında da bir artış olmuştu. Ürün portföyü önceden daha dar ve direkt olarak hizmete yönelikken, bu değişim sürecine müteakiben lüks tüketim unsurları ön plana çıkmaya başladı. Hani ara renkler ve tonları (sadece kadınların bildiği) vardır ya, işte tam olarak öyle bir geçiş süreci. Fakat içerisinde bulunulan mekânlar bu konuda sorunlar baş gösterirdi. Gönül uçsuz bucaksız koridorlar ve sayısız seçeneği isterken, yetersiz depolama alanı buna müsaade etmezdi. Organik gelişme sınırlarına dayanınca ise bu durum ortaya büyüme sorunları yaşayan işletmeler çıkarırdı.


-Nasılsın Ahmet oğlum? İhsan Dayı insanlara, ya haber alacağı ya da yerine göre haber ileteceği noktalar olarak bakardı. O noktalar arasında bir tel gibi uzanır ve sürekli SOS verirdi. Mahallenin ilk sakinlerinden olmasıyla herkesçe bilinir. Tombul suratı ve sürekli ter içinde suratıyla, sevimli bir insan izlenimi uyandırırdı. Terlerini sildiği mendil, Mustafa Keservari bir özdeleşmeyle ona karakterize bir nitelik de kazandırmıştı ayrıca. Gelgelelim, o koca bıyığının ardında tuttukları ya da tutamadıkları, nice sorunlara da yol açardı. Daha geçenlerde Manav Rüstem’in kızının tüm şeceresini öyle bir ortaya döktü ki, tüm mahalle haftalarca manşetten konuştu.


Kendi dünyasıyla, herkesin müşterek dünyası arasında köprüyü, bilgi aktarımını üstlenerek kurmuştu. Sosyal kimliği, başka hayatlardan besleniyordu. Konak canlı gibi, konduğu yerden mahalleyi gözlüyordu. İletişim etiği üzerine ne denli bilgisi olduğunu düşünürdüm bazen. Safiyane görünüşün ardında ne çıkar merak ederdim. Bu konuda okumadığı belliydi ama alaylı mıydı acaba? Pardon, ne dedin? Hayır, alaycı olan benim.



  ***



Eve ne zaman geldiğimi ve üstümü ne zaman değiştirdiğimi, hatırlamıyorum bile. Lakin eve varmak, çölde vaha bulmak gibiydi. Bedenimde 30 yıl boyunca müşterek yaşaya geldiğim disconnectus-erectus bu anlarda gün yüzüne çıktı. Takım elbise ve kravat ile kaymak tabakaya mensup burjuva bir herifken, takribi beş dakika içinde göbeğini kaşıyan adama geçişimi sosyologların incelemesi durumunda ortaya nasıl bir sonuç çıkacağını merak ediyorum. Nice göbekli ve kel uzman ağabeyimden bu konuda bilirkişi raporu düzenlemelerini önemle rica ediyorum.


Yemek yerken içten içe kendisiyle alay ederdi, bunu severdi. Lüks masalarda ve salonlarda bulunduğunu hayal eder, kedisine ‘mösyö cingöz’ olarak hitap ederdi. Cingöz ise önceleri ilgiyle izler ama sıkılınca gider bir köşede uyuklardı. Evi büyüktü aslında ama Kemal sadece küçük bir kısmını kullanırdı. Evde bulunmayı sadece yazmak ve okumak için tercih ederdi. Bu koca hiçliğin içini, kendi hayalleriyle doldururdu, doldurmalıydı. Ahşap işlemeli masası, sandalyesi ve tepesinde gezinen kedisi ile durağını arardı.


Nerede duracağını ve nerede başlayacağını nasıl anlar insan? Oysa ben sorularla yaşıyorum. Aynaya baktığımda gördüğüm o surete bürünmek için harcadığım vakit ne için? Aynalar suretimin, yazdıklarım ise, düşündüklerimin çarpık birer yansıması değil mi?  Karanlık, zifiri tokatlar atıyor suratıma ve dehşetengiz tekmeler sıralıyor ardı ardına. Bu neyin coşkusu, neden bekliyorum öylece? Bu sessizlik sağır ediyor, bu karanlık ise kör. Yalnızlık paylaşılmıyor ama insan yeterince uzun bir zaman yalnız kalınca, yalnızlığıyla bir şeyler paylaşmaya başlıyor. Benim de tek fedakârlığım kendime bahşettiğim yalnızlığım oluyor.


Oysa bir gün bir ömür gibidir derdin. Sabahleyin güneşin doğmasıyla başlardın yaşamaya ve geceleyin çoktan tükenmiş olurdun. Peki, geceleri yaşayan biz, bizler birer ölüyüz ve bedenlerimiz ışığı soğuran birer kabuk parçasından ibaret. Öylece çiğnenmiş ve atılıverilmiş kenara. Artık önemi kalmayan, kullanılması mümkün olmayan atık birer zafer nişanesi gibi. Bu varlığı alın benden, yokluğa alışmalıyım tez elden. Açtı okudu saatlerce, düşündükçe madenci gibi kazdı cümleleri.


Sabah iş yerinde, aynı ruhsuzluğa seyirci kalmıştı. Yolda ve sigarasını içerken kapıda, aynı mide bulantısı ile tiksinmişti. Zararı yok, zararı kendineydi. Ofisinde izlediği anların, sakladığı anılar ve söyleyemediği sözlerin arasındaydı. Oysa seslense, yüz kişi duyardı. Öğlen yemeğine kadar rutin işleri yaptığı ve sırası gelince kalabalığa katıldığı o mutlak tekerrür. Yürüdüler sırayla, yürüdüler uygun adımlarla. Bembeyaz duvarlar, zemin ve ifadesiz yüzler. İçimizde ölüm var, içimizde ölme temayülü var. Yüzümüzde okunan izleri, kimseler bilmiyor.


Aldı yemeğini ve oturdu masaya, sessizlikte yavaşça başladı. Ahmet geldi dokundu omzuna, ürperdi. Oysa kaç defa, bu hareketleri sevmediğini söylemişti. Samimiyetinden olsa gerek, Ahmet’i kıracağından ürker, üsteleyemezdi.


-Kemalim, afiyet olsun. Nasılsın? Sorulara aşinayım oysa ama sorulara cevap bulmaktan imtina ederim. Başını sallayabildi sadece ve yüzünden gölge misali bir tebessüm geçiverdi. Ahmet, dedikodular ve bol nidalı sözler etti, Kemal ise dinlermiş gibi göründü. ‘Dinlemiyorum seni Ahmet, gider misin bir zahmet.’ Diyemedi ve yemeğini yemeye devam etti. Kadınlar, erkekler ve bitmez tükenmez konuşmalar. Şehvetle ihtirası almışlar, plaza dili ile harman edip ortaya bu mekanları çıkarmışlar. Flörtöz konuşmaların sıradanlaşmasının sebebi, kimliklerin cinsel arzuları tatmin noktasında etiket unsur haline gelmesi miydi?


Erkekler konumları ve güçleri, kadınlar ise kalçaları ve işveleriyle, elde ediyorlardı arzularını tatmin imkanını. Gören gözden kaçmayan hakikat, zihnin işlediği her şeyi neden sıradanlaştırıyordu? Oysa onların içinde olup, birkaç kadının ıslanmasına sebep olmak, bana da cazip gelebilirdi ama ağzının suyunu toplaması gerekenleri gördükçe, terden ıslanan şakaklarımda kızgın damarlar kalp gibi atıyordu.


 Yemeği bittiğinde, ofise giderken bu koşuşturmadan kurtulduğu için huzurlu hissetmekteydi.



[1] Kökeni halk efsanelerine dayanan ve çapkınlığı simgeleyen edebiyat kahramanıdır. 
[2] Victor Hugo romanı Notre Dame'ın Kamburunun ana karakteri.
[3]Veba, Albert Camus'nün 1947 yılında yayınlanan romanıdır. Camus, romanda, Cezayir'deki Oran şehrinde yaşanan veba salgınını çeşitli satırarası okumaları ile anlamlandırılacak şekilde anlatmıştır.(Vikipedi)

15 Şubat 2018 Perşembe

Mim Etkinliği



1-Dünyayı değiştirecek üç adım ?
Öncelikle kişinin kendisinin farkına varması lazım, ilk adım budur. İkinci olarak ise, değişimden özellikle kendisiyle ilgili değişimlerden korkmayı, çekinmeyi bırakmalıdır. Son adımda ise, yapacaklarını yapmalı ve söylediklerinin arkasında durmalıdır.

2-Dünyanın daha fazlasına ihtiyaç duyduğu şey ? 
Bence Dünya, daha fazla sevgiye ihtiyaç duyuyor. Sevgiden kastım elbette bugünün kısıtlı sosyal ilişkilerinde sarf edilen sevgi kelimesiyle alakasız. Çıkarlar ya da beklentiler olmadan, sadece duyguyu hissetmek ve merhameti içinde barındırmak gerekir. En önemli sevgi de elbette, kişinin kendisini sevmesidir. Sonuçta, bir insanı sevmeyle başlar her şey.

3-Okuduğunuz son kitap ?
Hakan Günday - Azil

4-İzlediğin son film ?
Koko

5-Değişmenizi sağlayan bir hatanız ?
Aslında tek bir hata değiştirmez diye düşünüyorum. 
Değişim sürecinde birer sapak olur hatalar ve insanı yönlendirir. 

6-Sözcükleriniz eylemlerinizle eşit midir ?
Sözcüklerin kullanımı hatta verilen sözler üzerine çok düşünürüm ve yazılarımda da değinirim. Ve Ziya Paşa'nın 'Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz' sözüne kesinlikle katılıyorum.  Çünkü ne kadar inkar etsek de, sözlerimiz illaki çelişiyor ama eylemlerimiz bizi ortaya koyuyor.

7-Gurur duyduğunuz bir başarınız ? 
İlk kez dergi yayımladığımda, babamın okurken ki ifadesi sanırım. Gururlu ve mutluydu, tabi bu durum bana da yansıdı ister istemez. 
8-Hayattaki öncelikleriniz nelerdir ? 
Hedeflerim ve ailem diye düşünüyorum. İnsan ailesi ve hedefleri olmadan yaşayamaz sanıyorum.


9-Kendinizde beğendiğiniz 5 özellik ?
Açıkçası kendime asla olumlu bakamadım. Her zaman kendimi sevmem gerektiğini düşündüm ama asla uygulayamadım. Bırakın beş özelliği tek bir özellik bile sayamadım. Kusuruma bakmayın lütfen :)


10-Geçen haftanın en güzel olayı nedir ?
Fakülte çapında düzenleyeceğim konferans için onay almayı başardım. Doğal olarak umutlu ve mutluyum :)

Beni unutmadığı için İzel Tolu'ya çok teşekkür ederim :)

İsteyen herkes mim etkinliğine katılabilir, sevgiler :)



25 Ocak 2018 Perşembe

Virginia Woolf Anısına - Judith Shakespeare'in Hikayesi



Shakespeare'in oyunlarını Shakespeare'in çağında yazmış olabilmesi her yönüyle ve tümüyle olanaksızdı. Gerçek verilere ulaşmak olağanüstü güç olduğundan, izin verin, düş gücümü harekete geçirip Shakespeare’in Judith adında son derece yetenekli bir kız kardeşi olmuş olsaydı neler olurdu diye şöyle bir tahmin yürütmeye çalışayım. Shakespeare büyük olasılıkla liseye gitmiş, Latince –Ovid, Virgil ve Horace- ve gramer ile mantık üzerine bilgi edinmişti, çünkü annesine yüklü bir miras kalmıştı. Çok iyi bilindiği gibi tavşan avlayan, belki de geyik vuran ele avuca sığmaz bir oğlandı ve yapması gerekenlerden çok daha önce, kendisine normalden çok daha kısa bir sürede çocuk doğuran, komşu çevrelerden bir kadınla evlenmek zorunda kalmıştı. Bu felaket, onun şansını denemek için Londra’ya gitmesiyle sonuçlandı. Tiyatrodan hoşlandığı anlaşılıyor; bu işe sahne kapısında at tutmakla başladı. Kısa sürede tiyatroda iş bulup başarılı bir oyuncu oldu ve dünyanın merkezinde yaşamaya başladı; artık herkesle karşılaşıyor, herkesi tanıyor, sanatını tahtaların üzerinde uyguluyor, zekâsını sokaklarda kullanıyordu; kraliçenin sarayına giriş hakkını bile elde etti. 


Bu arada, olağanüstü yetenekli kız kardeşinin evde kaldığını varsayalım. O da aynı ölçüde maceracı, aynı ölçüde yaratıcıydı ve dünyayı tanımak için yanıp tutuşuyordu. Ama okula gönderilmedi. Horace ve Virgil okumak bir yana gramer ve mantık gibi bir olanağı dahi yoktu. Arada bir eline bir kitap, belki de erkek kardeşininkilerden birini alıp birkaç sayfa okuyordu. Tam o anda annesi ya da babası içeriye girip çorapları yamamasını ya da pişen türlüye bakmasını ve kitap kâğıtla oyalanmamasını söylüyordu. Sert ama şefkatle konuşurlardı, çünkü bir kadın için yaşam koşullarının ne denli zorlu olduğunu bilen ve kızlarını seven dürüst insanlardı –hatta büyük olasılıkla Judith babasının gözbebeğiydi. 


Belki de bir elma ambarında gizlice birkaç satır karalamış ama yazdıklarını özenle saklamak ya da yakmak durumunda kalmıştı. Ne var ki, daha yirmisine varmadan tanıdık bir yün tüccarıyla arasında söz kesildi. Evlilikten nefret ettiğini haykırdığı için babası tarafından dövüldü. Sonra babası onu azarlamaktan vazgeçti. Bunun yerine kendini incitmemesi, bu evlilik meselesinde onu utandırmaması için kızına yalvardı. Ona bir dizi boncuk ya da güzel bir etek vereceğini söyledi; gözlerinde yaşlar birikmişti. Judith ona nasıl karşı koyabilirdi? Babasının kalbini nasıl kırabilirdi? 


Ancak yeteneğinin gücü onu buna zorluyordu. Eşyalarını küçük bir çıkına koyup bir yaz akşamı iple pencereden aşağıya indi ve Londra’nın yolunu tuttu. Henüz on yedisinde değildi. Çalılıklarda ötüşen kuşların sesi kulağa onun sesi kadar hoş gelmezdi. Erkek kardeşininki gibi bir yeteneğe, sözcüklerin uyumu konusunda son derece canlı bir imgeleme sahipti. Yine kardeşi gibi tiyatrodan hoşlanıyordu. Sahne kapısına dikilip oynamak istediğini söyledi. Adamlar gülüp onunla alay ettiler. Şişman, ağzı bozuk bir adam olan tiyatro müdürü kaba bir kahkaha savurdu. Kanişlerin dans etmesi ve kadınların oyunculuk yapmasıyla ilgili bir şeyler böğürdü, hiçbir kadın tiyatro oyuncusu olamaz dedi. Bir şeyler çıtlattı –ne olduğunu tahmin edebilirsiniz. 


Sanatında eğitim görmesi mümkün değildi. Akşam yemeği için bir tavernaya gidip geceyarısı sokaklarda dolaşabilir miydi? Ne var ki yazarlık dehası kıza rahat vermiyor, erkeklerle kadınların yaşamlarını ve huylarını inceleyerek açlığını doyurmak için yanıp tutuşuyordu. Sonunda –yüzü inanılmaz biçimde Shakespeare’e benziyordu; aynı çelik mavisi gözlere, aynı kavisli kaşlara sahipti- en sonunda oyuncu menajer Nick Green, ona acıdı; Judith bu beyefendiden hamile kaldığını öğrendi ve böylece –bir kadın bedeninde kıstırılıp kalmış bir şair ruhunun şiddetini ve ateşini kim ölçebilir? –bir kış gecesi canına kıydı ve şimdi otobüslerin durduğu bir kavşakta gömülü yatıyor. 

Virginia Woolf – Kendine Ait Bir Oda

Virginia Woolf 
(25 Ocak 1882 - 28 Mart 1941)