28 Aralık 2014 Pazar

Çölde Bir Devrimci : Ebuzer El Gifari


Gerçek ismi Cundub bin Cunade bin Sekan olan Ebu Zer,
 İslam'ı ilk kabul eden sahabelerden biridir. Şii ve Sünni kaynaklara göre 4 veya 5. kişi olarak kabul edilir. İslamiyet'i kabul edenlerin ilklerindendir. Cahiliye döneminde bile putlara tapmaktan nefret eden bir kişidir. Beni Gifar kabilesindendi. Mensubu bulunduğu Gıfar kabilesi, yol kesip yağmacılık yapmakla meşhurdur. Hatta bu kötü alışkanlıklarını, Haram Aylarda dahi icra etmekten çekinmeyecek kadar ileri götürmüşlerdi.

 Günün birinde Mekke’den kulağına bir haber ulaştı: “Biri çıkmış, Kureyşlilerin dini­ne meydan okuyormuş, yeni bir din getiriyormuş. Kureyşliler kendisine karşı çıkmışlar.”

Garip yaradılışlı biri olan Ebu Zer, merakını çeken bu haberi araştırmak ve Yeni Peygamber’den haber getirmek için kardeşi Üneys’i Mekke’ye gönderdi.

Üneys gidip araştırdı. Dönünce “Muhammedü’l-Emin” denilen zatın peygam­berlik iddia ettiğini, iyi ahlakı telkin edip kötülüklerden uzak kalmayı istediği­ni söyledi. Mek­kelilerin bir kısmı ona “şair,” bir kısmı “kâhin” diyorlardı. An­cak kendisi de bir şair olan Üneys, “Fakat ben, şair ve kâhinleri çok iyi bilirim. Onun sözlerini kâhinlerin sözleri ve şiir çeşitleriyle karşılaştırdım, hiçbirine benzemiyordu!” dedi.
Ebu Zer’in merakı daha çok tahrik oldu. Kardeşinin söyledikleriyle tatmin ol­madı, “Sen gönlüme şifa verir bir haber getirmedin!” dedi ve yol azığını hazırla­tıp tek başına Mekke yoluna düştü. Günlerce yol aldıktan sonra nihayet Mek­ke’ye vardı. Kimseye sezdirmeden, Peygamber olduğunu iddia eden zatı bizzat gözetlemeye başladı. Gündüzleri Mekke’nin çeşitli yerlerinde gezip dolaşıyor, geceleri de Kâbe’nin bir köşesine çekilip yatıyordu. 15 gün geçtiği hâlde Hz. Peygamber’i bir türlü görüp tanıyamadı. Azığı bitmiş, zemzem suyuyla hayatı­na devam etmeye başlamıştı.
Bir gün Hz. Ali, Kâbe’nin yanından geçerken, Ebu Zer gözüne takıldı. Hâlin­den garip ve yabancı biri olduğunu anladı:
“Sen garip biri misin?”
“Evet.”
“Buyur, benimle gel, seni misafir edeyim.” dedi. Ebu Zer kabul etti.
Ebu Zer kadar Hz. Ali de tedbirli ve ihtiyatlı idi. O gün birbirlerine açılamadı­lar. Zira müşrik zulmü öylesine kuvvetliydi ki, birinin Müslüman olduğunu ha­ber alır almaz hemen üzerine çullanarak bayıltıncaya kadar dövüyorlardı…
Sabah olmuştu. Ebu Zer hemen kalkıp Kâbe’ye gitti. “Belki Yeni Peygamber’i görebilirim!” diye düşündü.
Akşama yakın yine Hz. Ali oradan geçiyordu:
“Henüz bir yer bulup yerleşemedin mi?”
“Hayır. Aslında burada kalmaya pek niyetim yok.”
Hz. Ali onu tekrar evine davet etti. Birlikte gittiler. Eve vardıklarında Hz. Ali aralarındaki sır perdesini araladı:
“Doğru söyle, seni buraya getiren bir şey olmalı! Sen bir şeyler arar gibi­sin.”
“Gizli tutacağına söz verirsen söylerim.”
“Emin olabilirsin.”
“Bize ‘burada birinin çıkıp peygamberlik iddia ettiği’ haberi ulaştı. Ondan ha­ber getirmesi için kardeşimi gönderdim. Ancak kardeşimin getirdiği haber beni tatmin etmediği gibi, bu zata karşı merakımı daha da artırdı. Bunun için bizzat gelip onunla görüşmek ve konuşmak istedim.”
Bunun üzerine Hz. Ali “Şüphesiz, sen tam aradığının içine düştün! Ben de onun yanına gideceğim. Sen arkamdan gel. Beni takip ederek onun huzuruna girersin. Yalnız ben yolda sana zarar verecek bir durum görürsem, ayakkabımı düzeltir gibi bir duvara yönelirim. Sen de durmaksızın ilerlersin.”
Ebu Zer bunları duyunca pek sevindi. İçine tatlı bir heyecan dalgası yayıldı. Günlerce araştırdığı gerçek, karşısına çıkmıştı. Merakı bir kat daha arttı. Hz. Ali’nin peşine takılıp gitti. Re­sû­lul­lah’ın evine yaklaştılar. Hz. Ali önden, Ebu Zer de arkadan takip etti ve içeri girdiler.
Ebu Zer’de heyecan son haddine varmıştı. Peygamber’i görür görmez ona hayretle baktı ve “Bana hemen dinini anlatıver!” demekten kendisini alamadı. Hz. Muhammed tebliğ ettiği yüce dini kısaca kendisine anlattı.
"İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in onun elçisi olduğuna şahadet etmen ve namaz kılmandır."

Ebu Zer Müslüman olunca Hz. Muhammed kendisine Abdullah adını vermiştir.
İçi içine sığmıyordu. Sanki dünyaya meydan okuyacak bir Ebu Zer olmuştu. Duyduğu hakikati kâinata haykırmak, her önüne gelene anlatmak istiyordu. Hz. Muhammed ona tedbirli olması tavsiyesinde bulundu, “Ey Ebu Zer! Bu işi şimdilik gizli tut. Memleketine dön. Bizim ortaya çıktığımızı haber aldı­ğında döner, gelirsin.” Buyur­du.
Fakat Ebu Zer, “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben bu haki­kati müşriklerin ortasında haykırırım!” dedi.

 Kâbe’de Kureyş müşriklerinin toplu bulunduğu yere vardı, “Ey Kureyş ce­maati!” dedi, “Beni dinleyin. Biliniz ki, ben Ebu Zer, Allah’tan başka ilah olma­dığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resulü olduğuna kesin olarak şahadet ediyorum.”
Bu meydan okuyuşu duyan azgın müşrikler, ellerine geçirdikleri taş ve sopa­larla Ebu Zer’in üzerine saldırdılar. Ebu Zer mücadele ettiyse de nafileydi, bayı­lıp yere yığıldı. Bu hâl birkaç kere tekrar edildi. Bir keresinde Peygamberimizin amcası Abbas, Kureyş’e, “Ne yapıyorsunuz? Dövdüğünüz bu zat, sizin ticaret yolunuz üzerindeki Gıfar kabilesindendir.” deyince onu bıraktılar.

Ebu Zer bundan sonra Medine civarındaki Gıfar yurduna döndü. Annesi, kar­deşi ve kabilesinin yarısı onun sayesinde Müslüman oldu. Bir zaman sonra Gıfarlıların yarısı Müslüman olmuştu. Kalan yarısı da Hicret’ten sonra Müslüman oldu.
Ebu Zer evlenince Medine’nin dışında çölde kendine küçük bir ev yaptı ve hanımıyla birlikte orda yaşamaya başladı. Bir gün eski arkadaşlarından birisi ziyaretine geldi. Arkadaşı gördüğü manzaraya çok şaşırdı ve sordu:
– Eşyaların nerede?
– Bizim başka bir evimiz var ki, değerli eşyalarımızı oraya gönderiyoruz, dedi.
– Sen uzun bir süredir buradasın, birkaç parça eşyanın olması gerekmez mi?
– Bu evin sahibi bir an bile burada kalmaya izin vermiyor, dedi. Sonra misafirine bakarak şöyle devam etti:
– Allah’a yemin ederim ki benim bildiklerimi siz biliyor olsaydınız kadınlarınızla beraber olamazdınız, yataklarınızda yatamazdınız. Yine yemin ederim ki O beni meyvesi tükenince kesilip yok olan bir ağaç gibi yaratmıştır.
– Evet, ama bu seni dünyadan faydalanmaktan engellemiyor mu?
– Allah’ın Resulü bana: “O insana yazıklar olsun ki, hem ahirete imanı vardır, hem de bu hilekâr dünyadan faydalanmaya çalışır.” demiştir.
Kırsal kesimden gelen ve İslamiyet'i kabul edenlerin ilki olduğundan 'ilk bedevi Müslüman' olarak anıldı. İslamiyet'ten evvel yol kesen, adam öldüren, malları yağmalayan sert mizaçlı Ebu Zer, Müslüman olduktan sonra tamamen değişti. Fakir ve düşkünlerin koruyucusu oldu. Hizmetçisiyle aynı elbiseyi giyecek ve aynı yemeği yiyecek kadar merhamet ve tevazu sahibi idi. Bunların dışında kahramanlığı, cesareti, doğruluğu ve açık kalpliliği gibi özelliklerinden ötürü Hz. Muhammed'in övgüsüne mazhar oldu. "Gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebu Zer'den daha doğru sözlü kimse yoktur" ifadeleri kendisi için sarf edildi. 

Bir müddet sonra o da Medine’ye hicret etti. Re­sû­lul­lah’ın en yakın Ashabı arasında yer aldı. Onun yakın hizmetinde bulundu. Geç saatlere kadar huzurun­da kalır ve sohbetlerinde bulunurdu. Re­sû­lul­lah’ın hastalığında daima başucunda duran ve son nefesinde yanında bulunan sahabelerden biri de Ebu Zer idi.
Sıcak bir yaz günüydü... Tebük Seferi için Ebu Zer de hazırlanıyordu.
Ne var ki, devesi çok yaşlı idi. Ordudan geri kalıyordu. Ebû Zer ne yaptıysa, hayvanını yürütüp orduya yetişemedi. Orduyla arası iyice açıldı. Bu arada bazı­ları çeşitli bahanelerle seferden geri kalmışlardı.
Tebük’e yakın bir konak yerine varılmıştı. Ebu Zer de görünürlerde yoktu. Sahabeler, geride kalanlar için ileri geri konuşmaya başlamıştı. Ebu Zer’in de ol­madığı hatırlatıldığında Re­sû­lul­lah, “Bırakın onu. Eğer onda bir hayır varsa Al­lah onu size ulaştırır." bu­yurdu. Re­sû­lul­lah onun İslam’a nasıl bağlı, ne büyük bir fedakâr olduğunu biliyordu.
Bir öğle vakti idi... Gözcü, "Ufukta bir adam tek başına bu tarafa doğru geli­yor!” dedi. Re­sû­lul­lah, "Ebu Zer mi acaba? Onun olmasını isterdim!" buyur­du.
Sahabe toplanmış, tek başına yaklaşmakta olan şahsı seyre dalmıştı. Bazıları, "Vallahi odur, Ebu Zer’dir!" dediler.
Gerçekten gelen, Ebu Zer’di. Devesinin yürüyecek takati kalmayınca, onu bı­rakmış, yükünü sırtına yüklemişti. Tek başına aç susuz yollara koyulmuştu. Nihayet bin bir güçlükle İslam ordusuna yetişmişti. Re­sû­lul­lah, Ebu Zer’i görün­ce sevindi ve "Allah, Ebu Zer’e rahmet etsin. O yalnız yaşar, yalnız ölecek ve yalnız haşrolunacaktır."
Ebu Zerr, Peygamberin vefatından sonraki halifelik ihtilafında Hz. Ali 'nin sadık bir destekçisiydi
Ama Müslüman kanı dökülmemesi için Hz.Ebubekir ve Hz. Ömer'e biat etmiştir. 

Ebu Zer, altın ve gümüşün Allah yolunda sarf edilmeyip biriktirilmesine karşı çıktı. İhtiyaç fazlası malların dağıtılması konusunda hassasiyet gösterdi. Onun bu hassasiyeti fazla mal biriktirmekten çok, halkın büyük maddi sıkıntı içinde olması ile irtibatlıdır. İlk üç halife döneminde bu konularda dikkat çekici faaliyetlerine rastlanmadığı halde daha sonraki dönemde bu konular üzerinde ısrarla durması, halkın ekonomik durumunun kötüleşmesinden kaynaklanıyordu. 

Hz. Osman halife olduktan (24/644-645) iki yıl sonra (26/647) yılında ilk siyasî uygulamasını Kûfe’de gerçekleştirerek şehrin valisi Sa‘d b. Ebî Vakkâs’ı azledip yerine anne-bir kardeşi Velid b. Ukbe’yi tayin etmiştir. Halife Kûfe’de başlattığı kadro değişikliğini sürdürmüş; Mısır valisi Amr b.  El-Âs’ın yerine süt kardeşi Abdullah b. Sa‘d b. Ebî Serh’i (27/647) tayin etmiş , bundan yaklaşık iki yıl sonra da (29/649-650) Ebû Musa el-Eş‘arî’yi görevden alarak dayısının oğlu Abdullah b. Âmir’i Basra valiliğine atamıştır. Ayrıca daha önce tayin ettiği Velid b. Ukbe’yi Kûfelilerin şikâyeti üzerine görevinden uzaklaştırmasının ardından, şehrin idaresini yine yakın akrabası Saîd b. el-Âs’a teslim etmiştir. (30/650). Eyalet valilerini sırasıyla değiştirip yerlerine Ümeyyelileri atayan Hz. Osman’ın tasarrufta bulunmadığı tek önemli eyalet Şam’dır. Bunun sebebi Hz. Ömer döneminden itibaren burayı idare eden Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Ümeyyeli olmasıdır. Halife Şam valisini değiştirmek bir yana, daha önce Umeyr b. Sa‘d’ın yönetiminde bulunan Hama, Humus, Kınnesrin ve Havran gibi şehirleri ve Abdurrahman b. Alkame’nin emrindeki bölgeleri de onun yönettiği topraklara dahil etmiştir. İktidarın bütün kilit görevlerine yakın akrabasını yerleştiren Hz. Osman, ayrıca önemli devlet yetkilerini elinde bulunduran Devlet Katipliği görevine de amcasının oğlu Mervan b. Hakem’i getirmiştir. Bu tayinlerle birlikte devletin bütün idarî kademeleri Ümeyyeoğulları’nın kontrolüne geçmiştir. İktidarın zamanla bir kabilenin hâkimiyetine girmesi ile resmen olmasa da, fiilen saltanat uygulaması başlamıştır. 

Hz. Ömer döneminden devralınan yönetim tablosu tamamen değişmiştir. Osman,  elde edilen ganimetten alınan Huma vergisinden kendisi gibi Emevi kabilesinden olan kuzeni Mervan B. Hâkim’e 500.000 Dirhem, Haris bin el-Hakem'e 300.000 Dirhem ve Medineli Zeyd bin Sabit'e 100.000 Dirhem verdi.  Ebu Zerr bu davranışın İslam'ın prensiplerine aykırı olduğunu görüşünü savunuyordu.Bu sapmalar karşısında mücadele etmekten başka bir yol bulamıyordu. Zamanın yöneticilerinden korkmadan halkı eşitliğe davet ediyor, şiddetle kendi fikrince Osman'ın kötü davranışlarını eleştiriyordu.
Ebu Zer, hiç bir zaman doğru bildiğini söylemekten çekinmedi. Bir gün Osman'ın Hayber kalesinin tümünü ve Afrika'dan gelen verginin beşte birini amcası Mervan bin Hakem'e (Peygamber'in, kendisini ve babasını sürgüne gönderdiği kişiye) bağışladığını, yakınlarına yüklü miktarlarda para dağıttığının haberini aldı.
Ebu Zer bunun üzerine mescitte şu ayeti okudu:
"Altın ve gümüş toplayıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara sonraki hayat için çok çetin azabı müjdele" (Tevbe suresi, 9/34)
Mervan, Ebu Zer'in kendisine ve Osman'a şiddetle saldırdığını duydu. Konuyu Osman'a iletti. Osman da Ebu Zer'i çağırdı: 
- Ey Ebuzer! Seninle ilgili duyduğum şeyden vazgeç!
- Benim hakkımda ne duydun?
- Senin, halkı benim aleyhime tahrik ettiğini duydum!
- Nasıl?
- Duydum ki sen mescitte ‘Altın ve gümüşü biriktirenler' ile ilgili bir ayet okumuşsun.
- Ey Allah Resulü'nün halifesi Osman, sen beni Allah'ın kitabını okumaktan ve onun emirlerini terk edenlere karşı mücadele etmekten men mi ediyorsun?
Osman ve Ebuzer arasında devamlı şiddetli tartışmalar oluyordu. 


Bir gün Hz. Osman, onu Medine'ye çağırdı. Burada da görüşlerini dile getirmeye devam etti. Hattâ meydana gelen rahatsızlıklar sebebiyle halife kendisini fetva vermek­ten menetmişti. Konuştuğu bir sırada biri kendisine bunu hatırlatınca şöyle de­mişti:
“Yemin ederim ki, kılıcı enseme dayasınız, başımı uçurmadan önce Re­sû­lul­lah’tan duyduğum bir gerçeği söyleyebileceğimi bilsem, yine söylerim!” 

Osman bir gün dayanamayarak onu Şam'a gönderdi.

Ebuzer Şam'a ulaştığında Muaviye'nin binlerce işçiyi çalıştırarak yeşil bir saray yaptırdığını gördü.  Ebuzer oradan geçerken manzarayı görünce Muaviye'ye dönüp:


- Muaviye! Eğer sen bu sarayı halkın parasıyla yapıyorsan, ihanettir ve eğer kendi paranla yapıyorsan israftır, haramdır!
Muaviye cevap vermedi, Ebuzer yoluna devam etti. Mescide gidip oturdu. Yanına gelen Müslümanlar Muaviye'yi ona şikâyet ettiler ve ne zamandır maaşlarını alamadıklarını söylediler. Halkın karşısına dikilip şöyle dedi:


- Öyle olaylar yaşandı ki, ben hala bir şey anlamış değilim. Bu amellerin ne Allah'ın kitabında, ne de Peygamber'in davranışlarında hiçbir yeri yoktur. Hak ortadan kalkmış, batıl canlanmıştır. Yalancılık doğruluğa yeğ tutulmuştur ve düzensizlik ortaya çıkmıştır. Ey servet sahipleri! Fakirlere eşit olun!
Beytülmal'dan yapılan usülsüz harcamalarını yine de tenkit etmekten vazgeçmeyince, doksan yaşlarındayken Medine çölü yakınındaki El-Rabaza kentine, eyersiz bir deve üzerinde, sadece tek kızı refakatinde sürgüne gönderildi.

Ebu Zer burada insanlardan uzak bir şekilde hayatını sürdürmüş ve Muhammed'in sünnetine sarılmıştır.
Ebu Zer sade yaşamına devam ederek hicri 32 yılında ölene kadar kendini Allah yoluna adamıştır.

Artık ölüme yaklaşmıştı.Yeni bir elbiseye ihti­yacı olduğu söylendiğinde, “Bana elbise değil, kefen lazım!” diyordu. Yakın­da Re­sû­lul­lah’a kavuşacağını söylüyordu. Yanında hanımı ile bir tek hizmetçisi vardı. Onlara, “Ölünce beni yıkayıp kefenleyin, sonra da yolun ortasına koyun!” diye vasiyet etti.
Hanımı ağlamaya başladı. Onu tek başına kimseden habersiz mi toprağa gömecekler­di?! Bunun üzerine Ebû Zer, “Ağlama. Bir gün Re­sû­lul­lah ile birlikte idik... ‘Sizden biri ıssız yerde vefat edecek. Onun cenazesinde müminlerden küçük bir topluluk hazır bu­lunacak.’ buyurmuştu. Orada bulunanların hepsi topluluklar içinde vefat ettiler. Geri­ye ben kaldım. Yolu gözet, benim söylediklerimi aynen yap.” dedi.
Hanımı ile hizmetçisi vasiyetini yerine getirip cenazesini yol üzerine koydu­lar. Hizmetçi de yanında beklemeye koyuldu. O sırada Irak’tan, içlerinde Abdul­lah bin Mes’ud’un da bulunduğu bir kafile çıkageldi. Kâbe’ye umre yapmak üze­re gitmekteydiler. Yol üzerindeki cenaze onları korkuttu! Hattâ develer ürküp az kalsın onu çiğneyeceklerdi… Bu sırada hizmetçi ayağa kalkarak, “Bu, Re­sû­lul­lah’ın sahabisi Ebû Zer’dir. Kendisinin gömülmesi için vasiyet etti. Yardım edi­niz!” dedi.
Bunları duyan Abdullah bin Mes’ud, kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ve eski günleri hatırlayarak şöyle dedi:
“Re­sû­lul­lah, " O tek başına yaşayacak tek başına ölecek ve tek başına haşrolunacaktır. "buyurmakla ne kadar doğru söylemiş!”
Ve Ebu Zer ruhunu teslim etti.
Arkadaşlarıyla birlikte inip Ebû Zer’in namazını kıldılar ve orada defnetti­ler.


Ebu Zer bize, paranın bütün değerleri ezip geçtiği modern dünyaya yalnızlığı ve yalınlığı ile çölden sesleniyor. Orada, ama daha çok kalbimizde ve zihnimizde, fani dünyaya yüz vermemenin, gerçek zahitliğin bayraktarlığını yapıyor. 


19 Aralık 2014 Cuma

Herzl ve Siyonizm



 Yahudiler, antik çağdaki ulusal toprakları olan İsrail Diyarı'nda iki defa siyasi otonomiye sahip olmuşlardır. Bunlardan MÖ 1350'den MÖ 586 yılına kadar süren ilki, Yargıçlar Kitabı, İsrail ve Yehuda Krallıklarının Birleşik Monarşi ve Bölünmüş Monarşi dönemlerini içine alır ve Birinci Tapınak'ın yıkılması ile sona erer. İkincisi ise, MÖ 140 ile MÖ 37 yılları arasındaki Haşmonayim Krallığı dönemidir. Birinci Tapınak'ın yıkılmasından itibaren, dünyadaki Yahudilerin çoğunluğu diyasporada, yani sürgünde yaşamıştır.
Fransa'da ortaya çıkan Dreyfus Olayı sonrası artan Yahudi karşıtlığı hem siyonizm fikrinin seyrine yön verdi hem de Siyonizm'in kurucu felsefesini açığa çıkardı. Siyonizm'in babası Theodor Herzl, Yahudilerin tüm dünyada ezildiği ve acı çektiği düşüncesinden hareketle 1896 yılında "Yahudi Devleti" (Der Judenstaat) adlı kitabını yayınladı. Kitabın ana fikri anti-semitizm'in Avrupa toplumunun derinlerine işlediği ve bu hastalığın entegrasyon v.b çarelerle çözülemeyeceği tek çözümün bağımsız bir devlet kurmak olduğunu savunmuştur.

Yahudilerin Arz-ı mev’ut (vadedilmiş topraklar ) üzerine devlet kurma çalışmaları 19. yüzyılın 2. yarısına dayanır.
Herzl, kutsal Siyon tepesinin bulunduğu Filistin topraklarında Yahudi Devleti'ni kurmak amacı ile önce İngilizlerle bağlantıya geçmiş, ancak Filistin topraklarının Osmanlı egemenliği altında olması çözümün adresi olarak dönemin padişahı II.Abdülhamid'i göstermiştir. Öncelikle Osmanlı ile iyi ilişkileri olması hasebiyle Alman İmparatoru II.Wilhelm ile ilişkiye geçmiş ancak umduğunu bulamamıştır. 17 Mayıs 1901 tarihinde Abdülhamid ile görüşmeyi başarmıştır. Görüşmede Herzl, padişaha "Yahudilerin vadedilmiş topraklarda"yurt" kurmasına izin verildiği takdirde Avrupa'daki Yahudi bankerlerin Osmanlı'nın tüm dış borçlarını ödeyeceğini" bildirir. Bu taahhüdü Abdülhamid "Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır." cevabı ile reddetmiştir.
Bu olayın üstüne Osmanlı planını rafa kaldırırken ağzından şu sözler dökülecektir."Türkler gün gelecek, dilenci durumuna düşecek ve dizlerime kapanıp yalvaracaklar." 
Bunun üzerine İngiltere ile yeniden ilişki kurarak sorunun çözüleceği fikrinden hareketle İngiliz Sömürgeler Bakanı Chamberlein ile görüşür. Bu görüşmeden de istediği sonucu alamayan Herzl kısa bir süre sonra Londra'ya davet edilir. Bu görüşmede "Yahudi yurdu" olarak kendisine Uganda teklif edilir, ancak bunu reddeder. Filistin topraklarının "vadedilmiş topraklar" olması Herzl'in gözünü buraya çevirmesinin nedenidir.

İlk çalışmalar İngiltere'de başladı, İngiliz hükumeti bir genelgeyle Filistin ’deki konsoloslarını, Yahudilerin himayesine verdi.
Siyonistler, devlet olabilmeleri için bir tarım sınıfına ihtiyaçları olduğunu farkettiler, lakin Avrupa Yahudilerinin neredeyse tamamı ticaretle
Sonraki yıllarda Siyonistler dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış bulunan Yahudi topluluklarını -devlet kurabilmek için etkili bir nüfus oluşturmak gayesiyle- Filistin'e göçmeleri için ikna etme çabalarına devam etti. Nazi Almanyası'nın 1930'lardan 1940'ların ortalarına kadar Yahudilere soykırım uygulamaya başlamasıyla Filistin’e büyük bir Yahudi göçü başladı. Filistin’deki Araplar bu göçe karşı koyduklarından İngiltere, Yahudi göçlerinin durdurulmasına karar verdi. Bunun üzerine Filistin’e de gizli Yahudi göçleri düzenlenmeye başlandı. II. Dünya Harbi'nin müttefiklerin galibiyetiyle bitmesinden sonra, Filistin meselesi son safhasına ulaştı. İngiltere daha sonra Amerika’nın yardımını sağladıktan sonra, Filistin meselesini Birleşmiş Milletler 'e götürüp, meselenin çözülmesini istedi. 


uğraşıyordu.Rusya'da ise tarımla uğraşan Yahudiler mevcuttu . Ama bir diğer tarım ülkesi Rusya'dan bu insanları İsrail'e getirmek nasıl mümkün olacaktı?
1870’te Yahudi faaliyetlerinin merkezi İngiltere ’den Rusya’ya geçti.  O dönemde Rusya'da Yahudilere karşı özellikle çiftçi Yahudileri içeren 'pogromlar' ismiyle bilinen bir dizi katliam yaşandı.
Katliamlara maruz çiftçi Yahudilere, Siyonistler tarafından ülkeyi terk edip Filistin'e yerleşmeleri teklifi yapıldı. Böylelikle hem tarımsal faaliyet sağlanacak hem de İsrail devletinin temelini atılacaktı
1870 yılından itibaren çiftçi Yahudiler Filistin toprakları üzerinde tarımsal yerleşme merkezleri kurmaya başladılar. Bununla birlikte, Rusya'yı terkeden Yahudilerin birçoğu Avrupa'ya göçtü. 
1870 - 1896
yılları arasında Eretz Israel'de on yedi tarım kolonisi kuruldu.
I. Dünya Savaşı sonunda 2 Kasım 1917’de İngiltere dışişleri bakanı Arthur Balfour'un girişimiyle Balfour Deklerasyonu süreci
başlatıldı. Milletler Cemiyeti 1920 yılında, Filistin üzerinde İngiliz mandasını tanıdı. Bundan sonra kurulan bir Yahudi bürosu
İngiltere nezdinden Yahudi haklarını temsil etmeye başladı. 

BM, Kasım 1947'de Filistin’in biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verdi. Yahudiler bu kararı kabul ederken Araplar reddetti. Ben Gurion bu durumu şu sözlerle eleştirmiştir."Biz, Birleşmiş Milletler'in çözüm yollarını kabul ediyoruz; fakat Araplar öyle değil."
İsrail Kudüs şehrine ise BM denetiminde milletlerarası bir bölge statüsü tanındı. Bu çözüm Arapları tatmin etmedi. İsrail-Filistin Savaşı başladı.
14 Mayıs 1948'de BM paylaşım planı uyarınca David Ben-Gurion tarafından İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edildi.


16 Aralık 2014 Salı

Freud ve İnsan Bilinci


Sigmund Freud,
Psikanaliz öğretisini geliştirmiş olan Yahudi kökenli Avusturyalı nörolog. Kişiliğin 5 farklı dönemden geçerek geliştiğini öne süren Psikoanalitik Kuram'ın kurucusudur.
1930'larda insan bilincinin oluşum süreçleri üzerinde çok ciddi toplumsal ve ruhbilimsel araştırmalara imza attı. İnsanı
toplumsal gelişim teorisi ekseninde ele alan Freud bilinci id, ego ve süperego olarak üç ayrı ruhsal kategoriye ayırmıştır. Buradan yola çıkarak insanın toplum içerisindeki sosyal durumu analiz edilmektedir. Birinci
Dünya Savaşı'nın beraberinde getirdiği yıkım ve binlerce insanın ortadan kaldırılması sonucu, ciddi anlamda vicdan olgusunu sorgulamaya giden Freud, bu üç aşama ile insanın karar ve yargı
sistemini çözmeye çalışmıştır. İnsanların bir anda nasıl bu üç aşamayı
taşıdıkları ve nasıl duygularının kurbanı olabildiklerini yaşayarak gören Freud, buna yüz yıldır tartışılıp çürütülemeyen tezleri ile açıklık getirmeye çalışmıştır.
Bilinci bir buzdağına benzetmiş ve İd, Ego ve Süperego olarak üç bölüme ayırmıştır.
"İd", İçimizdeki doyumsuz hayvandır. Kendisini yalnızca ihtiyaçlara göre ayarlayan, eleştiri kabul etmeyen, güdüsel, durdurulamayan yanımızdır. Buna verilebilecek en iyi örnek cinsellik,saldırganlık, açlık, kin vb. Bu yönü ağır basan birey vicdan olgusundan yoksundur. Freud İd'in en temel en ilkel benliği ihtiva ettiğini iddia etmiştir. Örneğin; Karanlık veya yükseklik korkusunun kalıtsal olarak nesilden nesile taşındığını öne sürmüştür. İd için aynı zamanda kişiliğin çocuksu tarafı da denilebilir. Kişilik gelişimi dönemlere ayıran eğitim bilimciler id'in, bu dönemlerin en alt basamağında yer aldığını söyleseler de,kişisel gelişim basamaklarının herhangi birisinde sorun yaşayan bir bireyde id'lere çok sık rastlanabilir. Bir bireyde İd'i dengelemek için ego (Kişilik Savunma Mekanizması) devreye girer. Bilincin
orta aşaması olarak da, Freud'un izah ettiği Benlik (Ego), Çeşitli savunma mekanizmaları ile idi dengeler. Doğa ya da
çevre ile id arasinda bir denge unsurudur. Çevrede ya da doğada
bulunan maddelerin uygunluğunu yine tarafsız bir zeminde kontrol
eder ve bu nesnelerin uygun olup olmadığını belirler. Temel görevi kişisel güvenlik sağlamak ve idin bazı isteklerine izin vermektir. Freud ilerki yıllarda gerçekliği test etmek, savunma, bilgi sentezi ve zeka fonksiyonları ile hafızayı bu merkeze bağlamıştır. Aynı zamanda
eleştiri yapan bölüm olup, güdüleri durdurma ile ilgilenir.
Freud'un deyimiyle ego şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibidir. İd ile süperegonun isteklerini uzlaştırmaya çalışan hakemdir.

Süperego, baba figürünün ve kültürel adetlerin içselleştirilmiş bir sembolüdür. İd'in ihtiyaç ve talepleriyle çatışma halindedir. Id ye karşı saldırgandır. Tabuları ayakta tutar. 
Oedipus kompleksi diye adlandırdığı çalışmasında bilinci şu şekilde tasvir etmiştir. İd; annesine aşık bir çocuk
Ego; İd'i kontrol altında tutan anne
Süperego; Kuralcı ve tabuları ayakta tutan baba
Bu şekilde anlatmış ve görev dağılımlarını aktarmıştır.(Bkz. Oedipus Kompleksi)
Bilinci örneklendirmek gerekirse; 
Alt bilinç olarak izah edilen id acıktığı zaman hemen bir şeyler bulup yemeyi amaçlar. Ancak benlik (ego) bunun daha uygun bir zamanda olması veya olmaması gerektiğini hatırlatıp onu dizginler. 
Üst benlik (süperego) ise kural ve değerler bütünlüğü içinde insana yön veren bölümdür. Bu bölüme vicdan da denilebilir. Bu bölüm daha çok emir ve yasaklara göre bir yol belirler.
 ya da kötüyü birbirinden ayırmaya başladığımız süreçlerde gelişir ve olgunlaşır. Zamanla aile, anne ve baba, çevre, okul, din, geleneklerden öğrendiklerimiz içselleştirilir ve bizim değer ve kurallar bütünlüğümüzün oluşmasına yardım eder. Bu açıdan bu üç temel bilinç şekillenmesinin belli düzeylerde bizlerde yetersiz olması gerçekten iyi olmaz. İnsan, düşünen bir varlık ve zararı önceden hesaplayabilecek; sonradan öğrenebilecek bir yapıya sahiptir.
Bazı insanlar bunun İlahi bir güçten geldiğini bazıları ise Freud da dahil Evrim teorisinden geldiğini söyler. Lakin iki görüşte vicdan kavramını ele alır.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Gobbelsium Ve Klavye Medya



Joseph Goebbels;

Nazi Almanya'sının en önemli ikinci ismi ve Hitler'in propaganda bakanı ayrıca hızlı yükselişinde en kilit rolü oynayan devlet adamı. Goebbels çok zeki bir politikacıydı ve bu vasfını kitleleri yönetmekte ustalıkla kullanmasıyla ünlüydü. 

Şu öykü onun becerileri hakkında bir fikir verebilir sanırım:








Hitler'in karşıtları, rejimi zayıflatmak için Führer'in hasta olduğu söylentisini yayarlar. Bunun üzerine Goebbels hemen harekete geçer ve kendi ajanları vasıtasıyla Hitler'in çok hasta olduğu ve bir süre sonra da öldüğü dedikodusunu yayarak, bu söylentiyi güçlendirir.
İşte bundan sonra Goebbels'in öldürücü darbesi gelir: Toplumu Hitler'in öldüğüne inandırdıktan sonra, onu canlı yayınla radyodan da verilen bir büyük mitingde konuşturur ve böylece sadece bu söylentiyi değil, onu yayan karşıtlarının propaganda kaynaklarının inandırıcılığını da ortadan kaldırır. 


Gobbels kamu gelirleriyle kurduğu havuz medyayı çok başarılı bir şekilde  bilgileri dezenforme ederek kullanıyordu. O medyayı şöyle tanımlıyordu. "Basını, hükümetin kullanabildiği dev bir klavye olarak düşünün."

Rejim Konusunda yıllarca medya aracılığıyla halka empoze edildi öyle ki insanlar rejime aşkla bağlandı. Hitler'in yükselişinin kilit noktalarından biri de kuşkusuz budur. 


Şimdi konumuza gelelim. Gobbels susalı yaklaşık 70 sene oldu. Dönemin teknolojisi sadece radyo ve gazeteden ibaret iken bugün internet televizyon gibi icatlar ile bilgiye ulaşmamız kolaylaştı. Evet bilgiyi daha hızlı alıyoruz ama 'klavye' basın kimin doğrularını yazıyor bunu bileniniz var mı? 

Peki Goebbels öldü mü ? 
Bugün 'klavye' basını takip ederseniz, Gobbels in ölmediğini hala aramızda yaşadığını görürsünüz. Yine kamu geliriyle kurulan havuz medya yine tek ağızdan propaganda aracı ve yine dezenforme edilmiş bilgileri saçıyor. Manşetler konuşulan konular hep aynı yerin emrinde yayılıyor ve sürekli aynı bilgi empoze ediliyor. Goebbels bu durumu şu örnekle anlatır. "Hristiyanlığın bu kadar etkili olmasının sebebi 2000 yıldır aynı şeyi söylüyor olmasıdır." 
Özellikle vurgulamak isterim. 
Dezenforme etmek; 
Bireyleri ve toplumları yönlendirmek amacıyla, yanlış bilgi ve haber verme, anlamını taşıyor.
En önemli propaganda ve karşı propaganda araçlarından biri.
İşte "klavye basın" ın asli görevi budur. 
Hitler'i de öldürür, kıyameti de getirir. Yalan atın, mutlaka inanan çıkacaktır. Çünkü günümüz insanları olarak propaganda çarkında peynire koşan fare gibi azimle kaval sesine doğru koşuyoruz. Yeter ki Goebbels ler yaşamaya devam etsin. Havuz dolduğu sürece çobanlar da ölmez.

7 Aralık 2014 Pazar

Yazılı Tarih ve Kitap Okuma Alışkanlığı



Öncelikle yazılı kültürün tarihsel gelişimine değinelim. İnsanoğlu eski çağlarda doğada kazandığı tecrübe ve deneyimlerini mağaraların duvarlarına resimler çizerek aktarmaya çalışmışlardır. Zamanla ilkel dilleri geliştiren mağara insanı sözlü iletişimi ve kültürü başlatmıştır.Destanlar ve mistik öğretiler bu dönemde ortaya çıkmıştır. İlerleyen zamanlarda yazının keşfiyle dünya değişmeye başladı.Bundan sonrası tabletler el yazması parşömenler v.s insanoğlu bilgiyi sürekli aktarma'nın yollarını her gün geliştirmiştir.Bu asırlık savaşın kazanımı ise medeniyetimizin kültürel değerleri manevi bağlarımız olmuştur. Peki biz kültürümüzü ne kadar tanıyoruz veya nasıl öğreniyoruz?
Asıl sorulması gereken soru budur.
Osmanlıca zorunlu ders olunca herkes dil bilimciliği gömleğini sırtına geçirdi.
Bugünkü konu Osmanlıca değil aslında sorunumuz da o değil. Asıl sorun gündelik ve tarihsel birikimleri aktarma da yaşadığımız sorundur.  Gündelik hayatta tarih ve felsefe üzerine sahip olduğumuz birikim hep kulaktan dolma sözlere dayanır. Böyle bir ortamda İdeolojik saplantılı güç sahiplerinin propaganda çarkında bilgi kirliliği oluşması doğal değil midir?
Yalan atın, mutlaka inanan çıkacaktır.
Gobbels' in ünlü sözü aramızda ki iletişim sorununu anlamak açısından önemlidir.
Peki neden okumuyoruz?
Zaman bulamamaktan veya pahalı satış fiyatları gibi bahaneler artık tiksinti verici hale geldi. Teknolojijik gelişmeler bile artık ihtiyaç yerine tembellik odaklı ortaya çıkıyorsa kimse kılıf uydurmaya çalışmasın.  Asıl sebep merak yetisini yitirmekten kaynaklanıyor. Çıkın dışarı siz görün sebebi eskiden en ufak bilgi için insanlar enerji sarfediyordu. Bugün teknoloji çılgınlığı içinde mikrodalga fırından bile bilgiye(internet) ulaşabilirken kitap okumak abeste iştigal (!) olur.
Azim ve çalışma sonucu oluşmuş binlerce yıllık insanlık tarihi her medeniyetin yol haritasıdır. Bunu hepimiz öğrenmeliyiz.
Toplumsal bilinç böyle oluşur.
Tüm suçlu elbette okumayan kitle değil. Yıllarca insanlara okuma alışkanlığı (!) kazandırılmaya çalışıldı.
Peki okumak alışkanlık mıdır?
Birgün Victor Hugo ya okuma ihtiyacını tarif etmesini rica etmişler.
O da "Okuma ihtiyacı barut gibidir, bir kere tutuşunca artık sönmez."demiş.
İşte bunu yapmadık veya yapamadık. Kitaplar dünyayı keşif aracımız değil zihnimize vurulan prangalar oldu.Kapanışı John Milton'dan alıntı ile yapalım. Bazılarının yaşaması yeryüzüne bir yüktür, ama iyi bir kitap, usta bir kafanın yaşamdan sonraki yaşam için mumyalanmış bir hazine gibi saklanmış en değerli yaşam öğesidir.